Selçuklu Belediyesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi ve Silleyi Kalkındırma ve Tanıştırma Derneği tarafından düzenlenen 1.Ulusal Sille Sempozyumu 26-27 Eylül tarihlerinde gerçekleşti. Bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu söylenen Sille tarihiyle, coğrafyasıyla, mimarisiyle, folkloruyla, sanatıyla, yemeğiyle ve aklınıza gelebilecek birçok yönüyle değerli bilim adamları tarafından ele alındı.
Zaman zaman mübadil ve muhacir mutfaklarıyla ilgili yazdıklarımı okuyucularım hatırlar. Bu iki içli konudan ötürü Kürşat Kurtulanın Cumhuriyet Tarihinde Sillede Mübadele ve Hasan Basri Sayının Sillede Müslim Gayri müslim Yaşamına Yönelik Tespitler adlı bildirileri benim için ilginç bildiriler arasındaydı. Yemek konusunda Rumlardan kalan adetlerin hâlâ yaşadığını biliyor olmam, bu bildirileri ilgi ile izlememe neden oldu. Binlerce yıl birbirleri ile akraba gibi yaşayan Sille halklarının birbirlerine sevgi ve saygıları o denli imiş ki Sayının tespitine göre mübadelede önce erkekler gönderilmiş; giden kişiler yakın komşularına hanımlarını ve kızlarını emanet etmişler; Müslim halk bu canlı emanetleri gidene kadar kendi ailelerinden biri imiş gibi itinayla korumuşlar. Birlikte yaşarken de Ramazan ayında Hıristiyanlar çocuklarının eline dışarıda yemesi için bir şey vermez; Türkler ise üzüm papaza gidene kadar (Bk:Gereyiler ve Dimnit Üzümü. Zaman 2 Ekim 2011) çocuklarının eline üzüm vererek dışarıya çıkarmaz, birbirlerine sonsuz bir saygı ve sevgi beslerlermiş.
Sillede halen Hıristiyan bulunup bulunmadığı sorusuna Kürşat Kurtulan, nüfus kayıtlarına göre bulunmadığını belitti. Nüfus kayıtlarına ise sadece birinci dereceden yakınların ulaşabildiğini belirtti.
Sillede, kayıtlarda hiç Hıristiyan kalmadığı belirtilse de binlerce yıllık birliktelik, kültürel geçiş ve beraberliğin yok olmasına neden olamıyor. Bunun önemli bir kanıtı, Sillenin kavinna denilen, tuzla küplere kurulan kurma balığı
Hıristiyanların yılda 180 gün perhizleri bulunduğu, perhizde et, süt, tereyağı gibi hayvansal ürünler yenilmeyip, sadece salyangoz, midye, karides gibi kanı olmayan ürünlerin yenildiği ve balığın kutsal olduğu biliniyor. Marianna Yerasimustan alınan bilgilere göre; Balık ilk Hıristiyanlık dönemlerinde Hz. İsanın sembolü kabul edilir, bu nedenle kutsaldır. İnanışa göre Yunanca balık (ihtis) sözcüğünün baş harfleri Hz.İsayı betimler. Roma dönemine rastlayan ilk Hıristiyanlık döneminde gizli kiliseler haç yerine balık sembolü ile belirtilirdi. 25 Martta Hz.İsanın doğumunun müjdesini ifade etmesi nedeniyle mutlaka balık yenir; çünkü bir melek elinde bir çiçekle Hz. Meryeme gelerek Hz. İsayı doğuracağını bildirir. Ayrıca Hz. İsanın on iki havarisinden biri olan Petrus balıkçıydı. Bir gün Hz. İsa ile balığa çıkıyorlar; çok az balık tutuluyor, bunun üzerine Hz. İsa dua ediyor, ağlar balıkla dolup taşıyor. Hz. İsanın kurtarıcı olarak Kudüse girdiği Paskalyadan bir önceki pazar günü yine balık yenir. Kapadokyada da tuzlu balık yapılır, yenir, komşulara da gönderilir. Balık bulamazsan kılçığını em sözü meşhurdur.
Binlerce yıllık birliktelik bu yiyecek geçişine neden olmuş olmalı
Sille halkı için kavinna çok özel bir yiyecek. Sazan balığının başını, gövdesini, havyarını tuzla ayrı ayrı kurdukları gibi, kızılkanat dedikleri küçük balıkları da kuruyorlar. Çok makbul tutulan Beyşehir gölünün göğce balığı ise bulunmadığı için kurulamıyor. Beyşehir Gölüne atılan birtakım balıklar göğcenin neslini tüketmiş.
Balıklar küpten çıkarılınca yıkanıyor, öylece tabağa diziliyor, beraberinde bulgur pilavı ve dimnit üzümleri ile yeniyor. Havyar ise zeytinyağıyla çırpılıyor, ince yeşil soğan doğranarak karıştırılıyor. Günümüzde kavinnaları zeytinyağı, limon ile de tüketenler...
Yazının tamamını okumak için tıklayın
Sillenin kavinnası
- 07 Ekim 2013, 09:41
YORUM EKLE
Yorumunuz Onaylanmak Üzere Gönderildi